26 Haziran 2014 Perşembe

Trabzon/Kayabaşı Yaylası, Haçkalı Baba Yaylası, Alazlı Yaylası ve Maçka’nın Tepeleri




Kayabaşı Yaylası, Haçkalı Baba Yaylası, Alazlı Yaylası ve Maçka’nın Tepeleri

2014 Haziran ayının son haftasında hazırlıklarımızı tamamlamış olarak Kaçkarlara doğru yola çıktık. Hazırlandık dediğim sadece gezeceğimiz yerlerde özellikle Rize ve Artvin’deki güzergahlarımız değil,
dört mevsimi bir arada yaşayabileceğimizi düşünerek çivili ayakkabı, kaşkol, 1000 m aydınlatan fener, baton, 20K mont ve hatta ay fazını bile hesaba katıp tarih belirlemiştik. Bir tek çadır almadık yanımıza, çünkü gece uyurken ayı veya domuzla karşılaşmak istemiyorduk. Olur ya kalacak bir yer bulamazsak arabada uyuruz dedik. Kendimizi olası tehlikelerden korumak için tüfek veya şöyle 35-40 cm’lik komando bıçağı taşımak da istemedik. Gerçi ben komando bıçağı konusunda birkaç kez gittim geldim ama Bora beni vazgeçirdi. Aslında ne gerek vardı ki zaten? Dedik ki, biz güvenlikten taviz vermeyelim dostum, karşımıza da ayı, domuz, it-kopuk, terörist vs. gibi kötü birşey çıkmasın. Naif bir anlaşma, değil mi? Benim muhabbet böyle zaten. Bu arada en az bir gece Kaçkarlardaki buzul göllerinde geç saatlere kadar kalıp samanyolu ve yıldız hareketi (star-trail) fotoğrafları çekmek istiyordum. Aslında buna istek demek biraz az oldu: aylardır bu günleri bekliyordum. Rize Ayder Yaylası yazımda bahsettiğim Sıtkı Kanber’i yola çıkmadan bir hafta önce aradığımızda Kaçkarların eteklerinde bulunan Kavrun Yaylası’na henüz bir hafta önce çıkabildiklerini, çünkü öncesinde zaten yayla yolunun kar ile kapalı olduğunu söylemişti. (Siz şimdi bir de şu Sıtkı Kanber'i görseydik diyorsunuz ama biraz daha beklemeniz gerekecek.) Şaşırmamıştım. Kaçkarlar bu, deniz kenarı değil olacak tabi dedim. Tahminlerime göre orada bahar başlamıştı ve ağaç olamayan o rakımda muhtemelen yeşillenmiş alanlar ve açmakta olan çiçekler olur diye hayal kurmuştum. Heyecanlıydım. Şanslıydım ki aylar öncesinden yaptığımız programa meteoroloji müdürlüğünün 5 günlük hava tahmini yeşil ışık yakmıştı. Karadeniz için güneşli bir hava vardı ve rahattım.  Artık oralara ulaşmak için bir engel görünmüyordu.
Bir gece önceden Ordu’ya gitmek üzere öğlenden sonra 15:00 saatlerinde Ankara’dan yola çıktım. Arka sokağa park ettiğim aracıma elimdeki ekipman ve bavulu taşımamak için taksiye atladım. Tam aracıma binecektim ki bir baktım arabamın anahtarını unutmuşum. Böh! Başa sarmak zorunda kaldım. Eve git, anahtarı al, arabaya gel, bin. Seyahate çıkarken böyle bir aksiliğin olması bir işaret olabilir mi diye düşündüm. İçimde kötü bir his uyandı ama sırf bu yüzden de gitmeyecek değildim ya. Bakalım ne olacak dedim. Ben böyleyim işte. Yaşamın izlerini okumak gerek diyorum dostum. Okur-yazarlık her entellektüel seviyede farklı. Kağıda yazanı okumak çocuklar için hüner, olgunlar içinse suya yazılanı okumak. Karşılaştığın herşeyi okumayı bileceksin... Bu bazen sana söylenmiş “basit” bir cümle, bazen televizyonda gördüğün “basit” bir görüntü, bazen de birçok insanın önemsiz olarak atfedeceği hatta farketmeyeceği “basit” bir “duygu” zannedildiğinden farklıdır. Bunu iyi düşün.

Yola çıktığımda günlük güneşlik ve sıcak bir hava vardı. Merzifon’a yaklaştığımda ise hava aniden kapamış ve gökyüzü neredeyse siyah bulutlarla kaplanmıştı. Kesin yağmura yakalanacağım dedim. Ama nasılsa Karadeniz’de hava durumu süperdi. Yağmur başladı. Hayatımda bu kadar şiddetli bir yağmuru hiç görmemiştim. Silecekler yetişmediği için yüzlerce araç dörtlülerini yakmış halde sık sık durmak zorunda kalıyordu. Ardından dolu yağmaya başladı ve servis yolunu bembeyaz kaplayacak kadar dolu yağdı. Üstüne de sis çöktü. Hay maşşallah dedim. Güzel başladık yola.... Murat diyorum, moralini bozma nasılsa birazdan hava açacak, sen kaza yapma yeter koçum. Yüzlerce araç mağdur bir şekilde saatte 10 km gibi bir hızla dipdibe bir nizamda ilerliyorduk. Gözleri bağlı insanların birbirlerinin omuzlarına ellerini koyar gibi bütün arabalar sadece 1-2 m gibi aralıklarla dörtlülerin ışıklarını takip ederek ilerliyordu. Birçok araç da servis şeridinde dörtlülerini yakmış halde duruyordu. Baktım ki 2 m bile önümü görememeye başladım, servis şeridine çektim aracı. Ama bir süre sonra da yandaki tepelerden kahverengi sular karayoluna akmaya başladı. Ne oluyoruz yahu dedim. Bir dakika kadar bekledikten sonra bir daha yola çıkmaya karar verdim. Ne yapıp edip gitmeliydim. Samsun Kavak’ın yakınlarında yağmur azaldı ve Samsun’a geldiğimde ise tamamen yok oldu. Hava kapalıydı ama Ordu’ya ulaştığımda tamamen açıldı. Ertesi gün yola çıkacaktık. Oh dedim, hava açık. Moralim süperdi!

Kaçkarlar seyahatimizde 2 gün Trabzon, 3 gün Rize ve 3 gün Artvin’in iç kesimlerini gezmeyi planlamıştık. Amaç zaten bol bol yayla gezmekti. Ziyafeti taçlandırmak için yanına birkaç buzul gölü ve şelaleler de serpiştirmiştik. Trabzon’da gideceğimiz yaylaları, babası Trabzon Sidiksa’lı olan arkadaşımız Dr. Ersan Çelik’e bıraktık. Ben zaten yıllardır Şener Şen’in oynadığı Eşkiya filminde Keje’yi arayan eşkiya gibi olduğum için, benim için yayladan çok içindeki Keje önemliydi. Aradığım Keje’den başka birşey değildi herhalde ama neredeydi yahu bu bir türlü yüzünü göstermeyen Keje?

Ertesi gün saat 17:30 gibi yola çıktık, çünkü arkadaşlarımızın üniversiteki mesailerinin bitmesi gerekiyordu. Daha önceden bahsetmiş olduğum Tirebolu’daki tesiste bir çay molası verdik. Gökyüzü tamamen bulutla kaplı ve rüzgarlıydı. Ama burası zaten hep rüzgarlı bir yerdi. Hatta aşırı rüzgardan tesisin önündeki bayrakların uçları yenmişti. Ufukta güneş alçalırken Ersan’a en güzel gün batımlarının fırtınalı havalarda gökyüzü tamamen kapalıyken tam ufuk hattında oluşan bir açıklıktan güneşin denize kavuşmasıyla gerçekleştiğini söyledim. Tecrübe edin, göreceksiniz ki muhteşem renkler olur. Dönelim Tirebolu’ya. Yemek yemek istemiyordum, çünkü bu satırlarda sizlere seyahatlerinizde önerebileceğim lokal restorantlara gitmek ve orada yemek istiyordum. Bu tip seyahatlerde özellikle “küçük” işletmelere daha çok itibar ediyorum, çünkü Karadeniz’de gerçekten isim yapmış küçük işletmeler var.

Çıkacağımız Kayabaşı yaylası, Akçaabat hastanesi sapağından içlere, vadiye doğru, daha önceden Sidiksa’ya giderken izlediğimiz yolun da bir kısmını izleyerek varılan bir yayla olduğundan, Akçaabat’a vardığımızda yaylaya çıkmadan önce köfte yiyelim dedik. Adana dürüm yiyecek değildik. Ben zaten bu tip saçma yaklaşımlara çok karşıyım. Tekrar olmasın Ayder yaylası hakkındaki yazımda açıkça belirttim. Akçaabat’lı olan Ersan, tanıdıklarından bir köfteci öğrendi. Arabamızı park edip köfteciye doğru yürümeye başladık. Yolda köftecinin tam yerini öğrendik (Resim 42). 



Resim 42. Akçaabatın içinde yol sorarken...



Resim 43. Çay salonunda maç izleyen bir grup.
20 Hazirandı, gün uzundu ama biz Akçaabat’a vardığımızda artık hava kararmaya başlamıştı. Bizim milli takım katılmasa da dünya futbol kupası tam gaz ilerliyordu. İnsanlar sokaktaki çay bahçesinde maç izliyorlardı. (Resim 43). Maça öylesine kitlenmişlerdi ki birçoğu fotoğraflarını çektiğimi farketmediler. Buralardaki insanlar bu tip konularda biraz hassas. Tepki görebiliyorsunuz. Turistik zihniyet yerleşememiş zaten. Gittiğimiz köfteci “Komaroğlu” şehir merkezinde ara sokaktaydı. Küçük bir dükkandı ve içi müşteri doluydu. Belli ki müdavimleri vardı. Biz de bir masaya oturup sipariş verdik. Akçaabat’ta birçok yerde köfte yediğim için artık köfteler arasında sağlıklı kıyas yapabilme noktasındaydım diyebilirim. Masaya önce piyaz geldi. Burada da tüm Akçaabat’ta yediğim piyazlarda olduğu gibi piyaz içindeki marul çok ince jülyen doğranmıştı. Salata ile karışık gelmişti ve lezzetliydi. İlginçtir, Karadeniz’de o ana kadar kötü bir fasülye yemediğimi farkettim. Zaten buraları fasülye cennetidir. Biraz sonra da köfteler partiler halinde servis yapılmaya başlandı. Yediğimiz köfte bence tüm Akçabatta bir numara diyebileceğim Şato’nun köftesinden biraz daha küçük ve inceydi. Tam kararında pişmişti ama bir şey eksikti sanki: acaba köfte perisi buna sihirli değneğini değdirmemiş miydi? Güleryüzlü bir işletmeydi ve servis hızlıydı. Kendilerine bol kazançlar diliyorum (Resim 44 ve 45).  
Resim 44. Komaroğlu’nda yediğimiz lezzetli piyaz.
Resim 45. Komaroğlu’da köfte…


Komaroğlu’ndan çıktıktan sonra hemen arabamıza gidip yola koyulduk. Daha önceden Sidiksa’ya giderken kullandığımız yola sapacaktık. Ancak vadinin derinliklerine ilerlerken, karşı tarafa geçmeyecek, Doğanköye gelmeden Işıklar’a doğru sola sapacak ve yayla yoluna girecektik. Yine Akçaabat Devlet Hastanesi’nin karşısından saptık. Yukarı doğru tırmanırken bir düğün gördük. Kemençe çalıyorlardı. Aman dedim belki yöresel kiyafetli birilerini görürüm. Kısa bir mola verdik ama o kadar kalabalıkta öyle birşey de göremedik (Resim 46). İlerde yayla yoluna saptık (Resim 47). Acayip bir tabelaydı, daha doğrusu tabelalar bloku. Sanki bir işhanının girişindeki tabelaları andırıyordu. Bu kadar çok kahverengi tabelayı masif bir halde görmek harika bir duyguydu. Demek ki yukarılarda bir yaylalar kompleksi vardı.

Yukarı doğru kıvrılan yollarda tırmanmaya başladık. Bu tırmanma olayı da bir başka keyif. Düşünsenize deniz seviyesinden başlıyorsunuz ortalama 1 saat içinde 1800 m civarına çıkıyorsunuz. Bu, denizi olmayan bir yerde, örneğin Ankara’dan Elmadağı’na çıkmaya benzemiyor. Aradaki farkı orada çok hissetmezsiniz ama burada hissediliyor. Dönelim biz yolumuza. İzlediğimiz yayla yolu çok düzgün bir asfalttı diyebilirim. Kışın nasıl olur bilmem ama gittiğimiz Haziran ayında hava biraz biraz serinlemeye başlamıştı. Akçaabat’ta 22ºC iken

Resim 46. Yolda karşılaştığımız düğün.



Resim 47. Yayla yolu sapağı.
yayla yoluna saptıktan kısa bir süre sonra 15ºC’ye düştü. Herhalde yarım saat kadar tırmandık. Gece konaklayacağımız Kayabaşı Yaylakent için yol gösteren tabelalara ulaştık ve tesise girdik. Saat 11:00 civarındaydı. Burası ahşap müstakil bungalov tarzında dağ evlerinin bulunduğu bir kompleksti ve içerisinde yayla turizminden belli ki hoşlanan bir kalabalık vardı. Otel sahibiyle tanıştık, çayını içtik. Bu arada eşyalarımız konaklayacağımız yere taşındı.

Biraz fotoğrafçılık üzerine konuştuk. Sabah bol bol çekersiniz dediler. Ben de asıl gece çekmek istediğimi söyledim. O zaman gelin size bir yere götürelim dediler. Hemen onlar kendi arabalarına biz kendi arabamıza bindik ve tesise 5 dakika kadar bir mesafede bir yere gittik. Sağolsunlar, burası kuzey ve kuzeybatı tarafı çam ağaçlarıyla çevrili, doğu ve güneybatı kısmında ise arkadaki vadi ve oradaki yerleşim alanlarının görülebileceği genişçe bir alana sahipti. Gökyüzü cam gibiydi, sanki göğün her yerine yıldızlar piksel gibi saçılmıştı. Samanyolu da panoramik olarak çok net görünüyordu. İşte istediğim buydu. Haydi Abbas vakit tamam dedim. Kendilerine teşekkür ettim. Gece benim için ziyafet var dedim. Çektiğim fotoğraflardan rica ettiler. Otele varınca kendilerinden ayrıldık, bungalovumuza gittik (Resim 48).

Resim 48. Kaldığımız bungalovun bir bölümü.

Tek kat, iki oda ve bir banyodan oluşan bu yapıda tüm ihtiyaçlar normal bir dağ evi standardının üstünde bir şekilde konuklara sunuluyordu. Her yer tertemizdi. Oda konforluydu. Dışarıda sıcaklık 8ºC kadar olmasına karşın içerisi soğuk değildi ve ısıtıcı yakma ihtiyacı gece boyunca hiç olmadı. Zaten insanlar yazın yaylaya pişmeye değil üşümeye giderler dostum. Doğrusu budur. Ama yine de gerçek şuydu ki üşünmüyordu.

Fotoğraf için gerekli ekipmanı alıp doğru götürüldüğümüz yere gittik. Bora ve Ersan laflarken, ben de doyasıya fotoğraf çektim. İnanın o tertemiz yayla havasını ciğerinize cekip muhteşem gökyüzü manzarasından sonra kapalı bir yerde bulunmak istemezsiniz. Arkadaşlar uykusuz kalmasın diye bir saat kadar fotoğraf çektim (Resim 49 ve 50). Gece 01:00 gibi bungalovumuza döndük. Arkadaşlar yattılar. Ben de fotoğraflar nasıl çıkmış diye gece 2:30-03:00’a kadar onlarla uğraştım. İlk defa panoramik samanyolu fotoğrafı çekiyordum ve hata olsun istemedim. Varsa hata tekrar çıkıp çekecektim. Neyse ki ilk denememin hiç de fena olmadığını gördüm ve uyudum. Tüm gün gezdiğimiz için yorulmuşum. Sabah 7’ye doğru kalktım. Bizimkiler ayaklanmadan dışarıda birkaç kare çekerim diye düşündüm. Günlük güneşlikti. Kayabaşı Yaylakent, Akçaabata 38 km uzaklıkta 36 dönüm arazi üzerine

 

Resim 49.  Ersanın elinde güçlü bir fener, Bora’nın da kayanın üstüne çıkarak oluşturduğumuz kompozisyon. 20 civarında kareden oluşan bir görüntüde panoramik olarak samanyolunu izlemek mümkün.




Resim 50. Kuzey yıldızı tarafında çektiğim yıldız hareketi fotoğrafı. Bir başka yazımda bu tip fotoğrafları nasıl çektiğimi anlatırım.
kurulmuş farklı büyüklüklerde 24 adet bungalov ev, 2 otel ve bir konaktan oluşan bir tesisti (Resim 51 ve 52). 
Resim 51. Etrafı çam ağaçlarıyla çevrili Kayabaşı Yaylakentin içinden görüntü. Bütün bahçe küçük kır çiçekleriyle benzenmiş durumda. Tek kelimeyle nefis…
Resim 52. Kayabaşı Yaylakent’te restorantın olduğu ana bina

Gece geldiğimiz için etrafı pek görebilme ihtimalimiz yoktu. Yıldız fotoğrafı çekmek için zaten ayın son dördünde geldiğimizden, ay aydınlığı da yoktu. Gündüz gözüyle bu manzara göz okşuyordu şüphesiz. Tesisin çevresi çam ağaçlarıyla çevrilmişti. Çevresinde doğadan başka hiçbir şey olmayan ve sadece kuş sesi duyabileceğiniz bir tesis. Herkese tavsiye ediyorum. Vakit kaybetmeden restoranta kahvaltı yapmaya gittik. Yaylacılara göre geç bile kalmıştık. Restorant insan doluydu. Kahvaltımızı alıp açık balkon bölümüne geçtik. Hava açık ve bir ince hırka ile yetinebileceğiniz kadar serindi. Bu manzarada kahvaltı yapmak da bir başka keyifti (Resim 53). 

Resim 53. Manzaraya karşı çayını yudumlayan bir müşteri.
              Olabildiğince hızlı bir şekilde kahvaltımızı yapmaya çalıştık, çünkü yola koyulmak istiyorduk. Gece tekrar tesise dönüp dönemeyeceğimizi bilmiyorduk, çünkü gideceğimiz yaylalarda orada konaklamamıza yol açabilecek başka bir güzellikle karşılaşabilirdik.

       Kayabaşı Yaylakentten ayrılmak için görevlilerle görüştüğümüzde kendilerinin bizi misafir ettiklerini öğrendik. Buradan tesisin sahibi Hayati Marabaoğlu beye hem bizi ağırladığı için hem de bölgeye yayla turizmini geliştirmek için yaptığı konforlu tesis için çok teşekkür ediyoruz.

Bugünkü programımız öncelikle Kayabaşı yaylasında gezmek ve oradan da Honefter yaylası ve Kadırga yaylasına doğru uzanmaktı. Kayabaşı yaylasında Ağustos ayının 2. Pazar gününde şenlikler olurmuş. Bizim bulunuş tarihimiz itibariyle bu civardaki yaylalarda şenlikle karşılaşma ihtimalimiz yoktu. Merak edenler http://www.trabzonkulturturizm.gov.tr/TR,57700/yayla-senlikleri.html adresinden Trabzon ili yayla şenlik tarihlerini öğrenebilirler.

Arabamıza binip yola koyulduk. Programımızdan vakit kalırsa Ersan’ın anne tarafının yaylalarına doğru yol alacaktık. Gerçekten çok yoğun sayılabilecek bir yayla şöleni diyebiliriz. Tesisten ayrılırken yakında görülebilecek yerleri sordu Ersan. Hemen aşağıda Libodom göleti var dediler. Yola koyulduk. Yolun her iki yanı çam ağaçlarıyla kaplıydı ve hemen ardından da bir tarafta da uzaklarda yamaçlarında çam ağaçlarının olduğu yüksek tepeler vardı. Şüphesiz kış aylarında kar altında bu yüksek tepelerin majestik bir manzarası vardı. Umarım bir de kışın geliriz buralara. Zaten gittiğim bu yerleri yaz-kış olarak gösterebilmeyi istiyorum. Ancak, 1500-2000 m üzerinde Ekim ayından sonra ulaşım giderek zorlaşıyor. Sadece soğuk ve kar değil, birçok yaylada insan kalmıyor. Herhangi bir sorun yaşandığında yardım isteyebileceğiniz birilerini bulamayabilirsiniz.

Libodom göletine ulaşmak için öncelikle tesise giden yolu tersine, yani aşağıya doğru takip ettik. Gece geçtiğimiz yollarda muhteşem vadi manzaraları vardı (Resim 54). Libodom

Resim 54. Libodom göleti civarı çam ağaçlarıyla bezenmiş tepeler.
Resim 55. Libodom göletine yaklaşırken.
     

göletine ulaşmak için tesisten ortalama 5 dakika kadar uzaklaştıktan sonra karşımıza çıkan yol ayırımından sağa doğru döndük. Stabilize bir yoldu ama arabayla gitmek sorun olmuyordu. Hemen ileride solda yamaçlarda bir yerleşim alanı göze çarpıyordu (Resim 55). Bir köye varmıştık. Göleti sorduk, hemen aşağıda olduğunu söylediler. Gölet çok büyük olmayan suni bir göletti. Bence bir karizması yoktu (Resim 56).
Resim 56. Libodom göleti.
 Göletin karşısında ne olduğu anlaşılmayan anfiye benzeyen betondan bir yapı vardı. Hemen geri döndük. Köyün içinden geçerken köy evlerinin önündeki çiçekli bahçeler dikkatimi çekti. Buradaki köy evlerinde sanki henüz tüm yaylacılar gelmemiş gibiydi. Bahçelerde çok yoğun bir şekilde pembe çiçekler vardı. Buradaki köy evleri de Sidiksa da gördüğüm gibi genellikle betondan inşa edilmiş tek kat yapılardı ve sıva-boya eksiklikleri yoktu. Çatıları kar kolay kaysın diye sactan yapılmıştı. Eminim ki birçoğunun içinde tavanları ahşaptandı. Yani beton tavanları yoktu. Yine de Ordu’nun şehir ve köy manzaralarından çok farklı olarak yapıların dış görünümleri tartışılmaz düzeyde daha bakımlıydı. Yol boyunca giderken çatısı Sidiksa’daki gibi zeytinyağı tenekesinden yapılmış yapılar gördük ama bunlar içinde sadece birkaç ev vardı. Diğerleri ise genellikle sanki depo amaçlı  kullanılan yapılara benziyordu. Bir de Kayabaşı yaylası ve ötesinde orta Karadeniz’de çok sık karşılaştığımız serenderlerden hiç görmedim. Zaten yüksek rakımdan dolayı ağaç bulunmayan Alazlı ve Honefter gibi yaylalarda tarım yapmak mümkün değildi ki serender ihtiyacı olsun. Bu bölgede insanlar küçük ve büyük baş hayvancılık yapıyorlardı. Zaten yapılabilecek başka birşey de yoktu.

Geri döndük. Hadi Honefter yaylasına doğru gidelim dedik. Bu yazıda birkaç yaylayı bir arada yazıyorum, çünkü yanyana sıralanmış yaylalar. Belli ki adı Rumcadan ve kulağa otantik gelen, Honefter, insanda garip bir merak uyandırıyor. Açıkçası ilk defa adını duymuştum. Kayabaşı’ndaki çam ağaçlarının arasında biraz ilerledikten sonra bir anda geniş açık bir alana varıyoruz. Burası Haçkalı Baba yaylasına giden yol. Sağ tarafımızda yamaçların ve tepelerin alt kısımlarındaki bulutları görüyoruz. Bu görüntü sanıyorum herkeste benzer bir duygu oluşturan bir manzara. Hava hareketleri bu rakımda hızlı olduğu için sis veya bir bulutun gözle görülür hızda önünüzden veya daha güzeli altınızdan geçtiğini görüyorsunuz. Bu rakımdaysanız size en keyif verecek şey hiç şüphesiz bulunduğunuz yamacın hemen altında bulut görmek olacaktır (Resim 57 ve 58).



Resim 57. Kayabaşı yaylasından Haçkalı Baba yaylasına ulaşmadan kısa süre önce yol boyunca sağ taraftaki manzara.


Resim 58. Kayabaşı yaylasından Haçkalı Baba yaylasına doğru giderken sağ taraftaki manzara şöleni.


            İlerliyoruz. Karşımıza yaylaları gösteren bir tabela çıkıyor (Resim 59). 
Resim 59. Yaylalar yol ayırımı.
Haçkalı Baba yaylası ve türbesi sol tarafta kalıyor. Oraya gidiş yolunu gösteren ayrıca başka tabelalar var ama aslında gerçekten gerek yok. Bu geniş yayla açıklığında camii ve türbeyi görmemek mümkün değil (Resim 60).

Resim 60. Haçkalı Baba camii ve türbesi.



Buradaki yayla ve çevresi, bahçelerinde rengarenk kır çiçekleri olan evlerle göz okşuyor. Çok zarif bir yayla. Özellikle  bu fotoğrafa (Resim 60) göre bakıldığında sol tarafta bulunan yamaçlar ve onların aşağısındaki bulutlu manzara büyüleyici. Biraz ileride Alazlı yaylası tabelası görüyoruz. Burada adı geçen Gürgendağ ise Düzköy ilçesine 14 km uzaklıkta ve Alazlı yaylası, Maçka Yerlice köyü yaylası ve Düzköy yaylasıyla çevrili bir bölgede. Buraları bilmeyen birisi olarak baksanız sınırlarını ayırt edemezsiniz.

Biz türbeye kadar gidip orada neler olduğunu görelim dedik. Özellikle Trabzon’lu siyasilerin pek itibar ettikleri anma törenleri yapılıyormuş. Bizim ziyaretimizde tören yoktu. Sanıyorum Temmuz ayında yapılıyor. Haçkalı Baba türbesinden geri dönüp yolumuza devam ediyoruz (Resim 61). 
Resim 61. Haçkalı yaylası.
        Bu bölgedeki yaylaları gezerken en büyük zorluk hangisinin tam olarak nerede başlayıp bittiğine karar verememek. Aslında insan buraya gelince, aşağıdaki ilk yayla yolu ayırımında neden birçok yayla tabelası olduğunu anlıyor. Hepsi birbirini takip edecek şekilde sıralanmış yaylalar bunlar. Tabi kendinize neden bu kadar isim, ne gerek vardı diyebilirsiniz ama vaktiyle böyle yapmış buradaki köylülerin ataları. Haçkalı yaylasından ayrıldıktan sonra dikkatimi çeken en önemli değişim giderek azalan çam ağaçları. Biliyorsunuz ortalama 2300 m’den sonra ağaç yetişmiyor. İşte Haçkalı’yı geçtiken sonra bir anda tepelerdeki görüntü değişiyor ve ağaçların bittiği hattı net bir şekilde görüyorsunuz (Resim 62). 
Resim 62. Ağaçların bittiği hat.
Yanlış bilmiyorsam bulunduğumuz bu yükseklikte (sanıyorum 1700 metreden biraz fazla) gürgen ve ladin çamları yetişiyor. Buradakiler doğal. Kimsenin ağaç diktiğini zannetmiyorum. Biraz ileride Alazlı yaylası tabelası var (Resim 63). 
 
Resim 63. Alazlı yaylası yol tabelası.
İşin ilginç yanı hala en az birkaç yayla ve obanın isimlerinin bir arada geçtiği tabelaları aynı yerde görmek. İnsan acaba yolu kaybediyor muyum diye düşünüyor. Artık ilerlediğimizde ağaç olmayan, tamamen çıplak tepelerden geçmeye başlıyoruz. Çevremizde çok sık olmayan sayıda ev ve çiçeklenmiş Alazlı yaylası görünüyor (Resim 64). Bazı yerlerde büyükbaş ve küçükbaş hayvancılık yapanları görüyoruz (Resim 65 ve 66).

 
Resim 64. Alazlı yaylası. Ne güzel değil mi? İnsanın burayı bırakıp gidesi gelmiyor.



Resim 65. Alazlı köyü çevresinde ineklerini otlatan birkaç köylü. Buralarda hiç ağaç yok.


Resim 66. Alazlı çevresinde küçükbaş hayvancılık yapanlar.




Burada Alazlı köyü diyor ama çok küçük bir yerleşim alanı. Neden ağaç olmadığı bir başka konu. Sadece rakımın etkili olduğunu düşünmüyorum. Bence buralarda tıpkı Ordu Perşembe yaylasındaki gibi sert rüzgarlar hakim. Kış sert geçiyor, sert rüzgar da ağaç yetişmesine engel oluyor. Belki bundan dolayıdır ki köyde yerleşim çevre bölgelerle kıyas edilmeyecek kadar az.

İlerlerken, bir anda bir örnek giyindirilmiş iki kız çoçuğu görüyoruz. Hemen arabadan inip, bu kızların fotoğraflarını çekmek için izin istiyorum (Resim 67). 
Resim 67. Alazlı köyünde karşılaştığımız iki küçük kız.
Bana hemen çok şirin bir poz veriyorlar. Teşekkür edip ayrılıyorum onlardan. Sanıyorum çevredeki bir düğün için anneleri giydirmiş bu yavruları. Yanlarında çok kısa kaldığım için bazı detayları ilk başta kaçırıyorum. Ayakkabıları... Boyu daha kısa olan kızın ayağındaki plastik ayakkabılar belli ki o küçük ayaklarını çok acıtmış. İki çorap giymek zorunda kalmış. Ancak bu tip plastik ayakkabılarda bir ayağın rahat edebilmesi zaten imkansız. Taşlı köy yolunda koşarken o incecik plastik taban gerekli konforu asla sağlayamaz. Uzun olanın da sanki ayak parmakları ayakkabının içinde biraz bükülüyormuş gibi duruyor. Sık banyo yapamadıkları da belli bu çocukların ve daha kimbilir neler. Yani giyindirilmişler ama, işte o kadar dostum. Ekonomik durum ortada... Ben bu tip çocuk görüntülerini gördükçe içim paramparça oluyor, bir süre kendime gelemiyorum. Babalık işte... Fotoğraf üzerinde daha da konuşabilmek mümkün ama burada bitirmek durumundayım. Geçtiğimiz bir sene içinde köyleri dolaşırken kıyafeti ve doğru düzgün oyuncağı olmayan birçok çocuk gördüm ve bu konuda kendimce bir yardım girişiminde bulunmaya karar verdim. Tabi bunu ne kadar süre devam ettirebilirim bilemiyorum. Amacım, dolaşırken arabamda köydeki çocuklara verilmek üzere kıyafet ve oyuncak götürmek.

Evet, dönelim biz yaylalara...Biraz ileride yol soruyoruz. Tamam ileride Honefter, Kadırga yaylaları var da hepsindeki manzara Alazlı gibiyse neden gidelim diyorum. Amaç farklı yerleri görmek. Aynı görüntüye sahip, adı farklı söylenmiş yerler bana anlamsız geliyor. Biz bu tip yaklaşımlara bilimsel yayıncılıkta “salami slicing” diyoruz. Yani bir salamın var arkadaşım ama sen bunu dilimleyip, sanki her bir dilim müstakil, özgün bir yapıymış gibi gösteriyorsun. Etik değil. Bence buradaki yaylalarda yapılan bu olmuş. Honefter ve Kadırga yaylalarının aynı görüntüye sahip olduğunu öğreniyoruz. Yani Alazlı’daki gibi çıplak tepeler. Geri dönelim farklı yerlere gidelim diyorum. Bunun üzerine hemen geride bıraktığımız bir yol ayırımından Maçka’ya doğru gitmemizi öneriyorlar. Dönüyoruz. Yolun diğer tarafındaki köy manzarası ve az sayıdaki evleri görüyoruz (Resim 68). 
Resim 68. Alazlı.
 İleride Yerlice köyü yol ayırımından sağa dönüyoruz (Resim 69). Buraya yaklaştığımızda karşıda çam ağaçlarının olduğu tepeleri görüyoruz. Görüntü tek kelimeyle nefis. Dersin ki bu gerçek mi, tablo mu? Yerlice köyü, esasen Maçka’ya bağlı az haneli bir köy. Yani burası Maçka’nın en üst tepeleri. Ortalıklarda pek kimseler yok. Köyün içinde gördüğümüz tek adama Maçka’ya nasıl gidebileceğimizi soruyoruz ve yol tarifi alıyoruz. Aslında bulunduğumuz yerin Maçka’nın tepeleri olduğunu öğrenmek bir garip geliyor insana, çünkü Maçka aslında çok aşağılarda bir yerde. Maçka’ya ulaşmak için herkesin bildiği yol sahilden Maçka yoluna sapmak. Hani ileride Maçka’nın içinden saparak Sümela manastırına gittiğiniz yol. Ama bizim yapacağımız bu değil. Biz en az 1700 m civarından yavaş yavaş inerek Maçka’nın derinlerinden ve yukarılarından aşağıya ineceğiz. Vayy vay vay! Yerlice köyünü daha geçerken uzaktan gördüğümüz çamlık alan dikkatimi çekiyor (Resim 70).

Resim 69. Yerlice köyü yol ayırımı.


Resim 70. Yerlice köyünden Maçka’ya doğru geçerken sağ taraftaki manzara.

Aslında bundan sonra gördüğümüz manzaralar hep tablo gibiydi desem hiç abartmamış olurum (Resim 71,72). 
Resim 71. Yerlice’nin biraz alt bölümleri.
Resim 72. Yerlice’nin alt bölümleri.
Gittiğimiz yol bir araç genişliğinden biraz fazla olan bir stabilize yoldu ama çok fazla çukur yoktu. Şimdi yavaş yavaş aşağıya doğru inmeye başlayacaktık. Biraz ileride ellerinde tarım aletleriyle üç köylü bayan görüdük. Ben arabadan inip, kendimi tanıttım ve Karadeniz’de hep kadınları çalışırken gördüğümü, erkeklerinse kahvede keyif çattıklarını söyledim. Gülüştüler. Fotoğraflarını çekmek istediğimi söyledim, izin istedim (Resim 73). 
Resim 73. Yerlice’den inerken karşılaştığımız köylü kadınlar.
Fotoğrafta en sağdaki bayan elindeki baltayı saklamak istedi. Biraz utanmıştı. Ben de neden utanıyorsun, senin eline baltayı tutuşturan utansın. Şöyle asker gibi koy omzuna da kadın görsünler dedim. Onlar da biliyorlardı, erkekler otursun kadınlar çalışsın olayının ters olduğunu ama yapabilecekleri birşey yoktu. Ben tarlada çalışan sadece bir iki erkek gördüm şu ana kadar.

Bu kadınlar çok uzakta değil, Sidiksa’da gördüklerime kıyasla geleneksel kıyafetleri o kadar üzerlerinde taşımıyorlardı. Sidiksa’daki olay bambaşkaydı dostum. Tam bir folklorik gösteri gibiydi. Bir de düşün “tarladan” gelen kadının üstünde öyle birşeyler görünce bir başka etkileniyorsun. Buradaki köylü hanımlarda yine başlarında geleneksel şekilde bağlanmış yemenileri vardı. Bellerinde de peştamal görünüyordu. Süslü de sayılabilecek sırt çantası vardı bir tanesinin.
            İnmeye devam ediyoruz. Sağ tarafımızda bir vadi manzarası bize eşlik ediyor (Resim 74).
Resim 74. Maçka’ya doğru yavaş yavaş inerken...
Bazı çam ağaçlarının kuruduğunu ve kurumaya sebep olan böcek (?) için bazı yerlerde ilaçlama yaptıklarını görüyoruz. Stabilize yoldan aşağıya inerken hiç mi hiç acele etmiyoruz. Böylesine bir manzara varken tüm işler bekleyebilir. İnsan müptelası olur böylesine bir güzelliğin. Ah Keje, neredesin? Adım başı durup bir kare çekesim geliyor (Resim 75). 
Resim 75. Dağlık bölgeden Maçka’ya doğru inerken...
Aşağıya inerken bazı yerlerde yol ayırımlarının olduğunu görüyoruz. Daha fazla otomobil tekerlek izi gördüklerimize sapıyoruz. Ben bu yollarda giderken ruhumu gönlümdeki eşkiyaya, yolları ise vaktiyle komando eğitimi almış sevgili Bora’ya bırakıyorum. Keje’ye gitsin de hangi yoldan olursa olsun. Benim gayem budur.

            Biraz aşağıda sağ tarafımızda bir dere görmeye başlıyoruz ve bu dere aşağılara kadar bizi bir süre takip ediyor (Resim 76).
Resim 76. Sağ tarafımızda görmeye başladığımız dere
Etrafta kimsecikler yok. Bir biz. Gökyüzü de tam benim fotoğraf için sevdiğim parçalı bulutlu. Doyasıya etrafımıza bakıp ilerliyoruz (Resim 77). 
Resim 77. Maçka’ya doğru inerken yol boyu... 
Biraz ileride yol çalışması var ve bir kepçe yola dökülmüş taşları-çakılları yol kenarına doğru yerleştiriyor. Yolda görevli kişi birkaç dakika bekleyin diyor bize. Arabadan çıkıyoruz ve biraz oyalanıyoruz. Daha sonra inmeye devam ediyoruz. Yavaş yavaş medeniyetin izleri ortaya çıkmaya başlıyor (Resim 78).




Burada tarım yapmak da bir dert dostum. En düz yeri 30-40 derece eğimli arazide çalışıyorlar. Genellikle gördüğünüz mısır ekilmiş araziler ve içlerinde fasülye sırıkları. Aşağıda karşıdaki yamaçta evleri görüyoruz ve herhalde artık aşağıya kadar indik az yolumuz kaldı diyoruz (Resim 79). Biraz ileride yamaçta otlarla uğraşan bir bayan görüyoruz. Ersan bana çimleri kesip kuruttuklarını ve kışın bunları hayvanlara yem diye verdiklerini söyledi. Yolda bir durup kadına bunu mu yaptığını soruyorum. Dönüp bana evet abi diyor (Resim 80). Kolay gelsin deyip ilerliyoruz. Herhalde 45 dakikadır iniyoruz ama bir türlü ana yola gelmedik nerede ki acaba diyoruz.


           
Resim 78. Mısır ekilmiş bir arazi ve içinde fasülye sırıkları. 

Biraz ileride yol üstünde ağaçların arasında bir açıklık görüyorum (Resim 81). Aman Tanrım
Resim 79. Maçka’ya inerken yol boyu.
 
Resim 80. Hayvanlar için kışlık ot hazırlayan hanım.
 diyoruz bu nasıl derin bir vadi böyle? Vadiye şöyle bir bakıp Maçka’nın yerini kestirmeye çalışıyoruz. Sümela manastırının muhtemelen karşı yakada arkalarda bir yerlerde olması gerek. Arkamızda dönüp geride bıraktığımız yüksek tepelere bakınca ne kadar

Resim 81. Maçka bu vadinin en sonunda bir yerde. Dikkat ederseniz kademe kademe alçalıyor.
 yüksekten buralara indiğimizi düşünüyoruz (Resim 82). İyi ki Honefter yaylası tarafına gitmedik diye düşünüyorum. Alazlı yaylasına benzer görüntüler alacaktık. Burayı da muhtemelen görmeyecektik. Yolumuzu Maçka tarafına doğru çevirmemiz manzara olarak bizi mest etti desem kesin az olur. Maçka’ya hiç bu yoldan gitmemiştim. Kendimi şanslı hissediyorum. 
Aşağıya kadar ilerleyip Maçka yoluna çıkıyoruz. Peki bundan sonra nereye mi? O kadar yol yaptık, bir mola verelim yahu. Hazır yakındayken Hamsiköy’e girip bir sütlaç yiyelim. Ne dersiniz?








Resim 82. Geride bıraktığımız tepelere bir bakış...